top of page

Aristo Fiziği ve Paradigma Değişimi

Newton'dan Önce

Binlerce yıllık sürede, fizik alanında en büyük etkisi olan kişi Aristo olmuştur. Ona göre hareket, her şeyin kendi doğal alanına yönelme eğilimiyle açıklanır. Bu yüzden ateş



yukarı doğru hareket eder ve cisimler düşer. O, değişimi, varlıklarda var olan potansiyelin gerçekleşmesi ile açıklar. Aristo'ya göre 'gayesel nedeni' bilmek, bilimin işidir, nedensellik gayeye göre açıklanır: Tohum, ağaç olmak için gelişir; yağmur, bitkiler büyüsün diye yağar... Aristo'nun felsefe ve fizik anlayışı, İslam dünyasında İslam teolojisiyle, Hıristiyan dünyada ise Hıristiyan teolojisiyle kaynaşmıştır.

Özellikle Hıristiyan dünyada Kilise'nin, bu felsefe ve fiziğin birçok yaklaşımını, resmi görüş olarak ilan etmesi (bunda Thomas Aquinas'ın çalışmalarının önemli bir yeri vardır) Aristo’cu birçok görüşü, Hıristiyan teolojisinin bir bölümüne çevirdi.

Ortaçağda, Aristo-Ptolemy (İslam dünyasında Batlamyus olarak da bilinir) sistemi, kozmolojik görüş olarak genel kabul gördü. Buna göre, Dünya'nın merkezde olduğu bir sistemde gezegenler, güneş ve ay, dairesel hareketlerle dünyanın etrafında dönmekteydiler. Ortaçağ'a egemen olan fizik anlayışı; modern fiziğin deney, gözlem ve hesaplamaya önem veren yöntemleri, bilimsel birikimin artması ve teleskop gibi yeni gözlem araçlarının icadı ile değişti. Hareket kanunları, baştan düzenlendi, gayesel nedenler, bilimin odak noktası olmaktan çıkarıldı ve Aristo-Ptolemy sistemi, güneş merkezli sistemle yer değiştirdi. Fakat bu fizik anlayışındaki Galileocu, Newtoncu ve Einsteincı anlayışla paralel olan epistemolojik yaklaşımı tespit etmekte fayda vardır; çünkü bu yaklaşım, -Kant gibi felsefecilerce felsefe alanında daha önce sorgulanmış olsa da- bilim alanında, ciddi bir şekilde, ilk olarak kuantum teorisiyle sorgulanmıştır.

Bahsedilen tüm bu yaklaşımların 'realist' olması, ortak epistemolojik özelliktir. Bu anlayışa göre insan zihni, dış dünyayı anlayacak kabiliyete sahiptir; bu yüzden fiziksel teorilerden, bu teorilerden bağımsız olan dünyadaki gerçekliği olduğu gibi tarif etmesini bekleyebiliriz.

Aslında Eski Yunan'da ve İslam dünyasında, Aristo- Ptolemy'nin dünya merkezli sistemine karşı, güneş merkezli sistemin, olguları açıklamakta daha başarılı olabileceği ileri sürülmüştü. Fakat deneysel ve gözlemsel verilerin yetersiz ve bilimsel çalışmalarda deney ve gözlemlerin otoritesinin felsefi yaklaşımların altında olduğu bir devirde, Aristo felsefesinden güç alan ve olguları kısmen de olsa açıklayan Aristo-Ptolemy sistemi, otoritesini devam ettirebildi.

Kopernik, 1514 yılında yazdığı ve yaşamının sonlarına doğru yayımlanan kitabında, güneş merkezli sistemi, bu sistemle gök cisimlerinin hareketlerini daha iyi anlayacağımızı söyleyerek savundu. güneş merkezli sisteme geçişte, Kopernik'in kitabı bir dönüm noktası oldu. Kepler ise Tycho Brahe'nin gözlemlerinden de faydalanarak Kopernik'in modelinde düzeltmeler yaptı ve güneş sisteminin matematiksel açıklamasını başarılı bir şekilde sundu. Kepler, Tanrı'nın lütfu sonucunda insanın, anlayabileceği yegane evren olan matematiksel bir evrende yaratıldığını söyledi. Kepler'in matematiği ve gözlemsel verileri kullanarak elde ettiği başarı, modern bilimin metodolojisinin başarısı olarak kabul edildi.

Bu metodolojinin Batı dünyasına taşınmasında, İslam düşünürlerinden önemli etkiler almış Roger Bacon gibi düşünürlerin payı büyüktür. O, etkisinde olduğu İslam düşünürlerine benzer şekilde, bu dünyadaki şeyleri bilirsek, dini daha iyi anlayacağımızı ve matematik ile gözlemin daha dindar olmanın araçları olduğunu savundu. Kepler de benzer anlayışı dile getirdi ve Kilise'nin tüm karşıt tavırlarına rağmen, güneş merkezli sisteme inanmanın, dinsel inanca aykırı olduğunu hiç düşünmedi.

Kopernik ve Kepler gibi Galileo da güneş merkezli sistemi, kendi dindarlığıyla hiç çelişkili görmedi. Ama Galileo'nun dindarlığı, engizisyonda yargılanmasını engellemedi.

O, Aristo fiziğinin Kilise tarafından dinselleştirilmesini eleştirdi ve Aristo'in otoritesini, onu, hareket üzerine görüşleri gibi birçok hususta eleştirerek sarstı.

Tanrı'nın gayelerini bilemeyeceğimizi söyleyerek, 'gayesel neden'in bilimin konusu olmasını eleştirdi ve bilimin 'fail neden'in araştırılmasına yönelmesi gerektiğini savundu.

Kepler ve Galileo'nun matematikle, gözlem ve deneyi birleştiren metotlarının 'bilimsel devrim'de etkisi büyüktür.

20. yüzyıl fiziği de bu metodolojinin ürünüdür, yani bu kitabın odak noktası olan kuantum teorisi de bu metodolojinin meyvesidir.

Galileo'ya göre değişim, potansiyelin gerçekleşmesi olarak değil; maddenin, uzay ve zamandaki, kütle ve hız olarak tarifiyle açıklanmalıydı. Bu yaklaşım, Demokritos'un, değişimi, atomların birleşmesi ve ayrılması ile tarifine benziyordu. Nitekim Galileo, Aristoculuğu eleştirirken Demokritos'tan olumlu bir şekilde söz etmiştir. Fakat Galileo'nun da atom seviyesindeki dünya hakkında bilimsel bir teori üretmesine olanak yoktu; atom seviyesi onun döneminde de ancak felsefi spekülasyonun konusu olabilirdi. Galileo, gözlenen objelerin, 'kütle ve hızın matematiksel ifadesi' ile tarif edilmesi gibi, maddenin en küçük parçacıklarının da aynı şekilde tarif edilebileceğini zannediyordu. Oysa sağduyuya uygun bu beklentiyle, kuantum teorisinin ortaya konmasıyla karşılaşılan tablonun uyumlu olmadığını ilerleyen sayfalarda göreceğiz.

Kopernik-Kepler-Galileo süreciyle kozmolojide önemli değişiklikler oldu. Aristo'nun ve Kilise'nin bilim üzerindeki otoritesi, bu süreçle sarsıldı. 16. yüzyıldaki Protestan hareketinin sonucunda Kilise'nin gücünü yitirmesiyle bu gelişmeler birleşince, Kilise'nin kontrol ettiği paradigma etkinliğini yitirdi. Kilise'nin önemli ölçüde üzerlerinde kontrolünün bulunduğu bilim, felsefe ve siyaset gibi alanların otonomilerini kazanmasında, bu gelişmelerin önemli bir payı vardır.

Bu süreçte, Hıristiyan dünyada, teolojik alandaki görüşler de daha çok çeşitlendi. Bu gelişmeleri, kuantum teorisinin dinle ilişkisini değerlendirirken göz önünde bulundurmak önemlidir.

Çünkü bu teori, Hıristiyan kültürünün içinde doğmuştur ve bu teori üzerine yapılan bilimsel, felsefi ve teolojik tartışmaların en büyük kısmı da Hıristiyan dünya içinde gerçekleşmiştir.

Sonuçta, Kopernik-Kepler-Galileo süreci ile hem kozmolojide, hem de siyaset, bilim, din gibi birçok alanı kontrol eden Kilise'nin otoritesinin sarsılmasıyla bilim-din ilişkisi alanında önemli değişimler yaşandı. Aristo'in fiziğinin sorgulanabileceği öğrenildi; bilimsel bilgi için yeni deneylerin, gözlemlerin yapılmasına ve bunların gerçekleştirilmesini sağlayacak araçların icat edilmesine çalışıldı.

Matematiğin bilimsel teoriler oluşturmadaki rolü anlaşıldı.

Ortaçağ’daki fizik anlayışından hem metodoloji hem de fizikteki yeni görüşler açısından önemli ölçüde farklılaşıldı. Diğer yandan Kopernik-Kepler-Galileo çizgisi de 'realist' bir bilim anlayışına sahip olma noktasında Ortaçağ ile benzeşiyordu.

Galileo, matematikleştirilebilen kütle ve hızı, 'birincil nitelikler' olarak gördü; renk ve tat gibi sübjektif olduğunu düşündüğü algıları ise 'ikincil nitelikler' olarak niteledi.

‘Realist’ bir anlayışla, matematiksel formüllerin, dış dünyadaki kütle ve hız gibi nitelikleri, gerçekte olduğu gibi tarif ettiğini düşündü. Kepler ve Galileo; matematiksel formüllerinin, ontolojik gerçekliği ifade ettiklerinden emindiler.

Matematiği, Tanrı'nın evreni yazdığı dil olarak görüyorlardı. Bu felsefi-teolojik görüşleri, matematiksel formülleriyle varlık arasında olduğunu düşündükleri uyumun nasıl olup da gerçekleştiğini açıklıyordu.

Newton Fiziğinin Hakimiyeti

Isaac Newton'un ünlü eseri Principia'nın (İlkeler) yayımlandığı 1687 yılı, fizik tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilir. İnsanlık, ilk defa bu eserle detaylı bir kozmoloji (evrenbilim) görüşüne kavuştu. Newton kozmolojik görüşünü, Kopernik'in, Kepler'in, Descartes'ın, Galileo'nun çalışmalarından faydalanarak oluşturdu. Bunu yaparken, kendilerinden faydalandığı bu kişilerin fizik bilimindeki görüşlerinde önemli düzeltmeler de yaptı.

Kopernik-Kepler-Galileo süreciyle Aristo'in fiziğinin otoritesi sarsılmış olsa da ancak Newton'un çalışmalarıyla tamamen yıkıldığı söylenebilir. Newton; gözlemi, deneyi ve matematiği birleştiren bilimsel yöntemin en başarılı temsilcilerinden biridir. Gezegenlerin yö



rüngelerinde nasıl kaldığı, Dünya'nın altındakilerin neden düşmediği gibi sorular ancak Newton'un 'evrensel çekim yasası'nı ortaya koymasıyla cevabını bulabildi. Newton'la beraber, tüm evrende, dünyamızdaki fiziksel yasaların aynılarının geçerli olduğu; Aristo ve onun tesirindeki düşünürlerin, ay-altı ve ay-üstü alem gibi ayırımlarla evrende farklı yasalara tabi bölgeler olduğunu ileri sürmelerinin yanlış olduğu iyice anlaşıldı.

Newton da Galileo gibi evrendeki oluşumların, parçacıkların hareketlerine indirgenebileceğini öngördü. Hız ve kütle gibi matematiksel olarak ifade edilen değerlerle dış dünyanın gerçekliğinin tanımlanabileceğini, koku ve tat gibi özelliklerin sübjektif olduğunu düşündü. Newton da Demokritos gibi tüm oluşum ve değişimin atomların düzenlenmesiyle açıklanabileceği kanaatindeydi. Fakat Demokritos, Epikuros ve Lukretius'tan farklı olarak Newton'un çizdiği mekanik evren tablosunda Tanrı'ya da yer vardı. Newton, mekaniğin, birçok temel teolojik görüşün temellendirilmesinde bir araç olduğuna inanıyordu. O

Principia'yı yayımlamasından 8 yıl önce 1679'da ölen Hobbes'un, bütün fenomenleri sadece madde ve hareketle açıklayan materyalizmine muhalefet etti. Newton, doğadaki düzenin, maddenin kendisinden kaynaklanmadığını; bazen doğrudan müdahaleyle, çoğunlukla ise doğa yasaları aracılığıyla bunu sağlayan ve evreni yaratan Tanrı'nın eseri olduğunu savundu.

Newton'a göre Tanrı'nın mekanik sistemin işleyişine müdahalelerde bulunması mümkündü. Fakat Laplace gibi birçok kimse Newton'un fiziğini kapalı bir sistem olarak yorumladılar. Böylesi kapalı bir sistemde ise Tanrı'nın nasıl müdahalelerde bulunduğu ile ilgili sorun gündeme gelmektedir. Bu yüzden Newton'u '19. yüzyıl materyalizminin dedesi' olarak görenler de olmuştur. Kuantum teorisinin birçok felsefeci ve teolog için önemi ise bu noktada ortaya çıkmaktadır. Newton mekaniğine dayanarak determinist ve kapalı bir sistem olduğu iddia edilen evrenin; kuantum teorisine dayanılarak, indeterminist bir yapıda olduğu ve kuantum boşluklarının, bu sistemin kapalı olmadığını gösterdiği söylendi. Bu boşlukların ise Tanrı'nın etkinliğinin gerçekleştiği alan olduğu, bazı felsefeci ve teologlar tarafından savunuldu; bunu ilerleyen sayfalarda ayrıntılı olarak işleyeceğiz.

Newton fiziğindeki başarılar insan aklına güveni arttırmış ve bunun 'Aydınlanma'nın' oluşmasında da önemli bir rolü olmuştur. Newtoncu bilimin başarılarıyla beraber fizik bilimleri zirve noktasına gelmiştir. Fizik; biyolojiden felsefeye, tarihten sosyolojiye kadar hemen hemen tüm bilimler için bir model olarak gösterilmeye başlanmıştır.

Bilime artan güvenin sonucunda, ateistler tarafından, bilimin, yeterli olduğu ve dinin yerini alması gerektiği gibi görüşler ifade edilmiştir. Diğer yandan ise teistler, bilimsel veriler sayesinde artan bilgiyle teolojik görüşlerini temellendirmeye çalışarak doğal teolojiye yönelmişlerdir. Newton fiziği, teizm adına özellikle 'doğal teoloji' (natural theology) yaklaşımlarında kullanıldığı gibi, deizm ve ateizm adına da kullanılmıştır.

Bu dönemden sonra bilim-din ilişkisi hem felsefe hem de teoloji için daha önemli ve daha komplike bir konu haline gelmiştir. Newtoncu fizik, felsefe alanına çok önemli etkilerde bulunmuştur. Bu fiziğin sebep olduğu yeni anlayış anlaşılmadan, Kant'ın antinomilerini neden oluşturduğu ve saf akıl açısından neden özgürlüğü mümkün görmediği ve Marks'ın neden tarih bilimini fiziğe benzetmeye çalıştığı gibi felsefe açısından önemli olan birçok husus hakkıyla anlaşılamaz.

Newton ve ondan etkilenen Laplace gibi bilim insanlarının etkisiyle, evrenin büyük bir makine gibi görüldüğü determinist-mekanik bir evren anlayışı yaygınlık kazandı.

Başlangıçta yaratan, fakat sonra yarattıklarıyla ilişki kurmayan ve bir din göndermeyen Tanrı anlayışına 'deizm' denmektedir. Buna göre Tanrı'nın varlığı kabul edilmekte, fakat ilim gibi sıfatları reddedilmektedir. 'Deizm' ifadesine, genelde belirttiğimiz anlam verilmektedir, fakat Hıristiyanlığı aklileştirme çabası gibi farklı yaklaşımları ifade etmek için de kullanılmıştır.

Bu süreçte, evrendeki fenomenlerin, maddenin en küçük parçacıklarına indirgenerek açıklanabileceğine inanç arttı.

Newton da matematiksel formüllü teorilerin, evrendeki gerçekliği aktarabileceğine güvenen 'realist' bir bilim anlayışına sahipti. Kuantum teorisi, matematiğe ve deneyciliğe bilimde önemli bir rol veren -Newton'un da savunduğu metodolojinin ürünüdür. Fakat Newtoncu bilim anlayışı ve metodolojinin temel unsurları olan determinizme de, indirgemeciliğe de, realist bilim anlayışına da bu teoriyle karşı çıkılmıştır. Kuantum teorisi öncesi felsefe ve teoloji alanlarında da bunlara karşı çıkanlar olmuştur. Örneğin Gazzali neden ile sonuç arasındaki ilişkinin zorunlu olmadığını söyleyerek determinist anlayışı eleştirmiştir. Kant ise 'kendinde şey'in, 'saf akıl' açısından ulaşılmaz olduğunu söyleyerek realist anlayışları eleştirmiştir. Fakat kuantum teorisini farklı kılan; determinizme, indirgemeciliğe ve realizme karşı eleştirilerin, deney destekli ve matematik formüllü bilimin verilerinden yola çıkılarak yapılmasına sebep olmasıdır.

10 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Nuri Dayı

bottom of page